Günümüz
değişim hızında bilginin ne kadar çabuk yıkanıp durulandığını gördükçe kimileri
için var olmanın nasıl bir utanç kaynağı olabileceğini düşünüyorum.
Sahiplerinden elalan ama aldığı eli sadece sahiplerine itaate, sorgusuz sualsiz
biat etmeye borçlu olan bu elalmışlar bildikleri bir tek doğrunun (bildikleri
de şüpheli ya neyse) tek doğru olduğuna inanıp o doğruya da sahip olmanın
mutluluğu içerisinde yaşayıp gidiyorlar. Ne güzel değil mi? Hangi konu olursa
olsun ister tarih ister tıp ister güzel sanatlar… bir tane doğru var onu da
bunlar biliyor daha başka ne olsun ki? Bir insan hayatta ne kadar daha yükseğe
ulaşabilir ki?
Bilinen
herşeyin doğruluğunun tekrar tekrar sırf keyfine bile olsa bir daha bir daha
sorgulandığı bir dünyada, elaldığı efendisinin bilgilerini nasıl olsa efendim
sorgulamıştır o yapmamışsa bir başkası yapmıştır diyerek mi, yoksa bunlar
sorgulanamayacak kadar önemli konulardır diyerek mi yoksa sorgulamanın ne
olduğunu dahi bilmediklerinden mi bilinmez hiç sorgulamadan, ağzı dışarıdaki
şişe misali denizin yüzeyinde salınıp duruyorlar. Her bulan içinden define
haritası çıkacak zannediyor ama beklemiş suyun ekşi kokusunu alan daha uzağa
fırlatıyor.
Bu durum ne
yazık ki eğitimde de böyle...(cümleyi bitirince derin bir iç çektim
üzülerek)
Öğrencilerin
hazırlandığı, donatıldığı dünyanın bilgileri pratikleri, enstrümanları hergün
rakamlara dökülemeyecek hızda değişirken ne tek bir doğrunun ne de tek bir prensip
tanımının geçerliliği iddia edilebilir. Zira aynı konu başlığında tek bir
parametre değişimi sonucu hatta sonuca giden işlemleri dahi değiştirir. Aksini
söylemek, ancak dogmatik din inançlarında ve pozitif bilim kuramlarında (bir de
şu sözünü ettiğim elalmışların eğitim müfredatlarında ve ders işleyiş
modellerinde) görülebilecek katı dayatmalara yol açar; bu da gereksinim duyulan
güncelliği imkansız kılar. Güncel olmayan her türden bilgi mesleklerin gelişim
seyrine zıt, otorite temelli, değişim karşıtı birer 'dayatma' dır ve bilginin
kendisini varlığını sürdürme sorunu ile baş başa bırakır. Çoğu zaman, bu elalmışların
sahiplerinden edindikleri bilgiler kendilerince fenomenleşerek empoze edilmeye
çalışılır, ve fenomenlerle işleyen akıl dogmatiktir.
Hemen hemen
her öğrencinin bildiği farkettiği ve kendi arasında konuştuğu bir konuya
dönelim; elalmışların efendilerinden ferman olarak aldıkları bilgilerin, “bu
böyledir, böyle olduğu için öğrenmeniz gerekir, niye öğrendiğinizi sormayın”
(çünki ben de bilmiyorum :P) mantığı ve yaklaşımı ile vererek eğittikleri (yine
gülesim geldi) “kuşku duymadan”, “sorgulama yapmadan” okuduğu her metne,
söylenen her söze, ileri sürülen her düşünceye inanmasını istedikleri
öğrencinin “hür düşümesi” ve “bilgiyi kullanması” mümkün değildir. İşte bu
eğitim sonucu “sorgulanamaz” ve “ tek doğrulu” fanatikler her kesimde egemen
hale gelmektedir.
Diğer
taraftan, hep cevabı belli sorular sorularak ve hep sorusu belli olan konular
öğretilerek ve bilhassa sadece sorulan soruya cevap almak amacıyla eğitilen
öğrencimizin zihnen “şartlanmasının” yolu açılmakta; böylece “ idaresi kolay”, inisiyatif
kullanmaktan ve muhakeme etmekten yoksun, “itaatkar bireyler” haline
getirilmektedir. Böyle yetişen insanları, (bkz. %50’nin eğitimlileri) kendi aklının
sahibi olamadığı (açık ve esnek bir zihinle değil, fikir kalıpları ile
düşündüğünden) için hep “başkalarının kuralları” yönetmektedir.
Akıl-uygulama merkezli yaklaşım, uygulamalı ve teorik konular
arasındaki ilişkinin hayatiyetini, canlılığını savunmaya ve ve muhattabın ikna
edilmesine imkan verir. Bu imkan, kuşkusuz, öncelikle öğretenin konusuna
“uzmanlığına” ( uzmanlık deyince gülesim geldi de ) ilişkin hayati sorular
yöneltmesine, elaldığı sahibinin notlarına ise güncel bir form kazandırma
gayreti içine girmesine neden olacaktır. Bu noktada, 'hayati soru yöneltme'
merkez noktayı oluşturmaktadır. Çünkü, eldeki ferman misali kuşaktan kuşağa
aktarılmış eski bilgiye bir güncel form kazandırma çabası içine girildiğinde, eski
bilgi zaten sorgusuz sualsiz verilmiş olduğundan, dogmatik bir sorunun
çözümünde başvurulan akıl-merkezli kanıtlar, yine akıl tarafından çürütülebilir;
ya da değerli görülmeyebilir. Bu durumda öğrencinin, çalıştığı teorik veya
uygulamalı konu içerisinde, gerçek hayatta kullanılabilir bir bilgi araması elbette en
doğal hakkıdır. Çünkü, varlığının bir amacı olduğunun bilincinde olan her özne, eğitim
sürecinin kendisine kattığı bilgilerin ve, eğer varsa yeni bakış açılarının da
farkındadır.
Değişime kayıtsız kalmaması gereken meslek eğitimi, önce yaşamın
içinden gelmelidir. Yaşamın içinden gelmeyen bir müfredat, özellikle yararlı ve
tutarlı bilgi verme konusunda başarısızlığa mahkumdur. Günceli takip eden bir
eğitimin içeriği iki zıt gibi duran ama paralel olmasa da aynı doğrultuda olan
etkenle beslenmelidir. 1- içsel dinamiklerle sorgulanan çevre 2- temel kabul
edilen a priori prensiplerin günün çevresel dinamikleri ile sorgulanması..
Buradan bakınca, birbirini tamamlayan ve varlığını sürdürme
sorunu yaşayan tüm eski bilgilerin ve bu bilgileri aktaran elalmışların düşünce
üretmeyi öğrenmek ve öğretmeyi toplumsal bir varlık gereksinimi olarak
görmeleri gerektiğini düşünüyor ama bırakın bu noktalara gelmelerini şu son
cümleyi bile anlamayacaklarını bilip başka tarafa bakmayı yeğliyorum. Zira
onlara sorsanız bu yazıyı kendilerine iltifat, hatta dünyada (dünyalarında)
bulunan herşeyi kendilerine iltifat kabul edecekerdir, bir cümlesini bile anlamadan...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder