28 Temmuz 2013 Pazar

Tasarımla arınmak


Yeni için bir çok sözlük tanımı bulunmasına karşın nedense hiçbiri yeni bir şeye duyulan ihtiyacın tam karşılığını canlandırmıyor zihnimde… Yeni şeylerde bizi mutlu kılan şeyin karşılığını da içeren bir yandan da yeniye duyulan arzunun yoğunluğunu içeren bir ifade yok ne yazık ki…. Yeni birşeye sahip olduğumuzda içimizde sıcaklığını hissetiğimiz, geçici bir ideal ortam ve kendi subjektif niyetlerimizin birleştiği bir ışık canlandırmaz mı günlük kullanımdaki diğer varolanların renklerini?  Sahip olduğumuz her yeni gerçeklikten biraz da olsa uzak ama kendimizce taşıyacağına niyet ettiğimiz tüm anlamların biraz daha altını çizerek vurgulamaz mı? Acaba yeni için; istenmeyen bir tarihten arınma mücadelesinin sembolüdür diyebilir miyiz?  Zamana karşı verdiğimiz tüm mücadele ve bu mücadelenin zihinsel ya da fiziksel kalıntıları bir yandan demin bahsettiğim yeniye dair ışığı camdan bir prizma gibi parçalara ayırırken, kendimizi yeninin taşıdığına inandırdığımız tüm anlamlar bir süre sonra çözülüp teker teker solmaya başladığında bir başkanın arayışına girmez miyiz? Yeninin her zaman başka’nın bir yansıması olup olmadığını epistemolojik olarak burada anlatmaya niyetim yok ama şunu kolaylıkla iddia edebilirim ki yeni muhakkak başkayı da bir yerlerden bir şekilde ima eder. İşte o başka da artık istemediğimiz tarihimizde olmayandır zaten.

Bazen tarihimizde bazen de şimdimizde hiç olmayanları olmuşlaştıran yenilere ne demeli peki? Objeler veya nesneler hiç olmamış kavramların temsilcileri olmaya başladıklarında biçimlerin ödediği bedel ağırlaşırken beğeniler hafiflemekte gibime geliyor. Hiç bir zaman olmadığımız bir insanmış gibi olmak için kullandığımız tasarımlar  (tasarımcısının da esasen tasarlarken güttüğü hedef bu iken) yepyenilikleriyle aslında bir başkasının eskisinin temsilcisi değil mi ve bu durum sizce de komik değil mi? Son 5 yıldır (belki daha fazla) etrafımda haddinden fazla retro-genç görüyorum. Eskiyi yenileştirmek de denebilir sanki…..  Hiç yaşamadıkları bir dönemin, ekonomik, politik ve özellikle sosyolojik baskılarına karşı oluşmuş toplumsal beğenisini, bugünün görselleriyle meczetmeye çalıştıkları giyim tarzları, daha önce denenmiş ve beğenilmiş olanın yani güvenilir olanın tekrar kullanımından başka bir şey değil bence ve aslına bakarsanız pek de bir zararı yok kimseye. O günün giysisi bugünün kafası geleceğin teknolojisi hepsi birarada. Ancak giyinmek de diğer tüm eylemlerimiz gibi bir tasarım ürünü olduğuna göre bir kaç tane başkayı bir araya getirmek iyi bir tasarım için yeterli oluyor mu diye de sormadan edemiyor insan.

Eskiyi yenileştirmek denmese de eskiyi yeniden kullanmak denebilecek (ama asla redesign değil) bir uğraşı beni de kuşatıp esir almış durumda son 10 senedir. Bir daha eskisi gibi olmayacağını karşılıklı konuşup kabullendiğimiz sevgilimin yanaklarına, gözümdeki yaşların neden olduğu bulanık görüntüyle dokunup  yaşanacak en zor zamanlar zannettiğim dakikaları; bir süre sonra kulağa epeyce hoş gelen, ama benden başka kimsenin duymadığı, kişiye özel iç koromun seslendirdiği bir barkorol eşliğinde yadetmem gibi, bir zaman sevip sonra nefret ettiğim ya da unuttuğum ve bir süre hiç his beslemediğim ama şu an aşık olduğum bir dünya tasarım var etrafımda. Şu an her birisine dokunurken içim titriyor. Neye hizmet ederse etsin saklanmaya değer kılan özellikleri ile değer bulan bir dünya tasarım. (kendilerinin birer dünya olmaları, biraraya geldiklerinde başka bir dünyaya işaret etmeleri ve sayıca da çokluklarına sürü diyemeyeceğim kadar saygı duymamdan ötürü dünya kelimesini kasıtlı olarak kullanıyorum) Zamanın beğenisini zamanının teknolojisiyle yansıtan ve en önemlisi zamanının hassasiyetini ilelebet taşıyacak olan bu tasarımlar bana, ne zaman öleceğini bilmemekle beraber süresinin tükendiğinin bilen ileri yaştaki bir insanın yaşamda kalmaya direnmeyişini herşeyi olduğu kadarıyla kabullenişini çağırıştırmakta. Anahtarı açarsın çalışır belki de çalışmaz ama çalışırsa gerçekten çok içten temiz duygularla çalışır. Dinlerken, bakarken, dokunurken çok şey tadarsınız. Adalardaki veya sahil kasabalarının çoğunda eski rum, ermeni vb. kökenli ustaların (mimar demiyorum dikkat ediniz) ellerinden çıkmış mimari yapıtları gözlemlerken aldığınız keyifin altında sadece yaptıranın beğenisi değil yapanın da yaşama ve yaşayanlara duyduğu saygı ve ürününde açıkça gözlemlenen aslında görülsün diye gizlediği hassasiyet saklıdır. Bugünün yenisindeki egoya karşı o günün mütevazı bilgeliğini okuyabilmek ne büyük keyif….  40 yıl öncesinin teknolojisiyle üretilmiş bir cihazla dinlenen müzikteki arı ve ne kadarsa o kadar olmaktan başka birşeye çabalamayan tavrı hissetmek ayrı bir bağış olsa gerek.


Hatırımızda (her iki anlamda hatır) mevsimlik çiçekler kadar bile açık kalamayan yeninin her zaman gıcır yeni, anlamına geldiğini zannetmek artık yukarıdakileri okuduktan sonra pek mümkün değil sanırım. İster beğenilsin ister beğenilmesin her tasarımın belirlenmiş (ekonomik veya teknolojik kısıtlamalar sonucu) bir kullanım süresi vardır. Kimi tasarımlar belirgin bazı ayrıcı özellikleriyle daha fazla yaşamayı hak ederler. Şüphesiz her tecrübe edenin aynı anlamı çıkaracağı, aynı duygularla besleneceği tasarımlar yapmak mümkün değil. Aynı şekilde tek kullanıcının her daim aynı duygu ve düşüncelerle yaklaşacağı veya kullanacağı bir tasarım da yapmak mümkün değil.  Bu durumu bir formülle matematize  edersek: davranış= f ( birey x zaman x mekan) diyebiliriz. (formülün her hakkı saklıdır ve şahsıma aittir)  Zira denklemin her iki tarafında da birden fazla değişken varken formül her değişkende farklı sonuç vermek durumunda. Ancak denklemin bir tarafındaki değişkenler sabit kaldığında örneğin zaman, mekan gibi, benzer bireylerin benzer davranışlar göstermesini bekleyebiliriz. Bu formülden hareketle eski bir tasarımın ilk gün uyandırdığı yeniye dair tüm hisleri bir başka kullanıcıda başka bir zaman diliminde eskise dahi uyandırabileceğini de söylemek mümkün.  Üretim tarihi bakımından ister yeni olsun ister eski olsun varolması dahi gündelik olan herşeye karşı durmak için yeterince ikna edici olan tasarımların, bügün şu anda hala istemeyip de yazmakta olduğumuz  tarihimizden arınmamıza yardımcı olması dileğimle…. 

22 Temmuz 2013 Pazartesi

MERMERİN CİNSİYETİ OLSA DİŞİ OLURDU



İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, sorunlardan gittikçe uzaklaşan ve konuya yaklaşmak maskesiyle belki de konunun kendisinden, en önemli noktasından ve o konuda hiç eğitim almamış kişilerin daha hassas olabilecekleri durumdan uzaklaşmak için, bilgiyi özel uzmanlık alanlarına bölen bir sistemle giderek daha fazla sözde uzmanlaşmaya şahit olmaktayız. Özellikle de, akademik çalışmalar; gerçek konulardan uzaklaşmanın başyapıtları olmakla beraber, profesyonel hayat dışında kalan teorik bilgilerin nur olarak yeryüzüne indiği indigo çalışmalar halini almaktadır.

Hangi konu başlığı olursa olsun konuşmaya başlarken (çoğu zaman konuşma boyunca) basmakalıp sözlük tanımları kullanarak belki de konuyu en anlaşılamayacak yönüyle anlatan bir dünya akademik çalışmaya tanıklık etmişimdir şu 39 yıllık fani maceramda.. (ne laf ama). Geçtiğimiz sene olması lazım uluslararası katılımın olduğu bir doğal taş fuarına; çok sevdiğim, bilgisine ve düşünce üretiş biçimine saygı duyduğum bir akademisyen arkadaşımla konuşma yapmak üzere davet edilmiştik. Konuşmamıza sıradan tanımlarla değil de, kah derin, kah sığ ama sadece kendi bilgi yatağımızda akan, ve sonunda çok seslice dökülen  duygu sularımızla oluşmuş bir şelale ile başlamıştık ki ön sıralardan iki dinleyici (dinleyemeyici) ne saçmalıyo bunlar yaa diyerek kalkıp, protestolarına destek umar hareketlerle salonu terk ettiler. Belli ki önce yatırım yaptıkları malzemeyi herkesin bildiği duyduğu ve daha tanım cümlesi bitmeden uyuduğu cümlelerle duymayı, sonra da o malzemeye yatırım yapanlara methiyeleri ima eden görselleri barındıran bir sunumu beklemişler. Aslında her gün televizyon açılışında istiklal marşı dinleyip her yayın kesildiğinde iznik sürahisi görmeye koşullandırılmış bir neslin fertlerinin; dinledikleri her mermer konulu konuşmada mermer serttir, şu kadar basınç altında şu kadar yılda oluşur gibi bir giriş beklemeleri doğaldır. Bu arkadaşların annelerini nasıl tanımladıklarını çok merak ediyorum. Mermer tanımı olarak “sert taş” beklentisi olan biri; annesini de iki memesi olan, insan doğuran dişi diye tanımlar herhalde? (Babasıyla ilgili tanıma dair tahminimi burada yazamıyacağım zira RTÜK J) Gerçekten de yaşamımızda temas ettiğimiz, değdiğimiz kaç tane varlık bizim için sadece sözlük tanımı kadardır? Anneyi geçtim sevdiğiniz bir eşyayı bile tanımlarken sözlükten fazlasına ihtiyaç duymaz mısınız? Hiç şüphesiz konuşurken birbirimize aktardığımız düşünce, duygu ya da tecrübelerimizi akademik makale dilinde değil günlük  konuşma diliyle aktarırız ve aynı konu aktarımında kullandığımız ifade biçimi ortama ve zamana göre değişiklik gösterir. İfade ve konuları ele alış biçimi, insanın aynı zamanda görünmeyen ancak sezilebilen bir çok yapısının da işaretçisidir. Bu tespit diyakronik bir ilişkiye işaret eder, yani ifade-kimlik karşılıklı etkileşim içerisindedir. Bu yüzden sevdiğimiz ve sevmediğimiz şairler, yazarlar vardır. Binlerce yıldır değişmeyen aşk konusu gene binlerce yıldır ele alınmakta her sanat dalında başka ifade teknikleri, başka argümanlar, başka kurgularla, başka tanımlarla ele alınmaktadır. Konu aşk, arkadaşlık, para vb. olunca problem yok ama bir yapı malzemesi olunca hatta bir yapı malzemesi olmanın çoook ötesinde hassasiyetleri barındıran bir malzeme olunca tabular devreye giriyor ve malzemeyi toprağın altından çıkartmaktan başka faydası olmayan kimileri, tanımda sert kelimesi geçmezse sertlik problemi yaşıyorlar.  (pardon) 

Etrafındaki varlıkları başka değerler ve varlıklarla özdeşleştirme dürtü ve gayreti insanın en ayrıcalıklı uğraşılarından biridir. Bir çok lisanda nesnelerin erkek ve dişi olarak nitelendirildiğini biliyoruz. Ve bu öneklerde ne tür bir mantık güdüldüğünü de kestirmek olanaksız. Bazen hiç erkeklikle alakası olmayan nesneler erkek, dişilikle alakası olmayan nesneler de dişi olarak kabul edilip ona göre önek almaktadır. Öğrenciyken el ile yaptığımız çizimleri boyarken düşünürdüm ve hala öyle düşünüyorum ki mermer olsa olsa dişi olabilir. Hem malzemeyi hem de kadınları biraz biraz tanımaya, aşina olmaya başladıkça bu görüşüm daha da kuvvetlendi. Hatta öyle ki; hangi lisanda nasıldır bilmem ama benim dünyamda ve algımda bazı malzeme erkek, başta mermer olmak üzere bazı malzeme ise dişi olarak yer almaya başladı. 
 
Bildiğim tüm malzemeler için bir cinsiyet takdir edemeyeceğim ama mermerin dişiliğine gelecek olursak;…….. mermerin sert ama kırılgan yapısı, cinsiyetler arasındaki mevcut eşitsizliğin ve belirginliğin başlangıç noktasıdır. Bu eşitsizlik malzemenin işlenmesi için kullanılan teknikler ve tekniklerin kullanıldığı toplumsal ortamlardaki kısıtlamalarda ortaya çıkmaktadır. Hemen hemen her dönemde bu kısıtlamalar erkek egemenliğini ve kadın edilgenliğini vurgulayan ve kadınlar için bu değer ve tutumlara uygun modeller yaratan erkek egemen kültür değerlerinden kaynaklanır. Üçbin yıl önce stucco olarak kullanılan teknik günümüzde beton sütunlar döküp üzerine mermer görünümlü boya yapmak suretiyle devam ettiğine göre mermere de kadına da yaklaşımda pek bir değişim olmamış demektir.

Belirsiz ve kontrol dışı kırılganlık eğilimi; belirli kesit kalınlıklarının altında ve belirli ölçülerin üzerinde kullanılmasına engel olurken uygun teknikler, belirli bir ustalık ve tecrübe ile birleştiğinde yüzyıllara yayılacak güzellikte başyapıtların ortaya çıkmasına olanak tanımaktadır. (Bu cümleyi daha fazla açamayacağım zira kadın okurların tepkisinden korkuyorum)

Bulunduğu her ortama bir elitist duruş katması ise yukarıda sözünü ettiğim akademik olmayan ama varlığı hissedilen bir bilgidir. Önemli toplumsal, ticari ya da dini konumlara gelmelerine izin verilmeyen kadınlar, bu nedenle seslerini karşı cinsleriyle yaptıkları mahrem görüşmeler ve etkinliklerde duyurmuşlardır. (Tabi etkinlikleri burada bana sormayın anlatamayacağım ama biliriz ve görmeyiz, yokmuş gibi davranırız) Tarih boyunca erkekler, kadınların bu sessiz ama çoksesli tavırlarındaki tehlikeyi sezip bu tavırları, en temiz ifade ile abartılı kapris olarak, kaba tabir ile ise burada yazamayacağım bir şeylik olarak adlandırmıştır. Mermer de kendi görüntüsel güç alanını, keskin abartı dolu oluşum izleri, ve yapısındaki çok katmanlı damarlı görüntüsüyle adeta bilinen ama hiç görülmeyen bir etkinlikle oluşturmuştur.

Bırakın gerçek içeriği, diyalektik olarak bile ayrıştırılıp daha geniş bütünler haline getirilemeyen çelişkiler ve birbiriyle uyuşmayan tavırlar, hepsi de zorunlu ve doğru olduğu için bir arada olmanın gerilimini yansıtan hercai duruş, kadın dünyasında bir strateji ve dış politika yöntemidir. Mermer; erkek dünyasındaki sezilebilir tektip tepkiler (örneğin anneye edilen küfüre verilen tepki hemen her erkekte aynıdır) ve çoğu malzemenin mono görüntülü merkezi dogmasına karşı, tıpkı kadın dünyasındaki tasarım ürünü olan ifade ve diğer tavırlar gibi çok çeşitli ve derinliklidir, dolayısıyla gözlemleyenin yorumuna açık bu yüzden de zamana karşı çok dirençlidir.

Mermer bu saydığım özellikleriyle dişi bir malzemedir ve gene bu özellikleri nedeniyle çoğunlukla ayaklar altında hizmet etmesi için tasarlanmaktadır. Bir de isteyene daha ucuz, daha dayanıklı, daha risksiz, bakım istemeyen, gerçeğinden daha gerçek gibi duran seramikten mermer imitasyonları var hem de gerçek isimleriyle adlandırılan. Bilmem birşey çağırıştırdı mı…..

19 Temmuz 2013 Cuma

Bir tane doğru var onu da bunlar biliyor


Günümüz değişim hızında bilginin ne kadar çabuk yıkanıp durulandığını gördükçe kimileri için var olmanın nasıl bir utanç kaynağı olabileceğini düşünüyorum. Sahiplerinden elalan ama aldığı eli sadece sahiplerine itaate, sorgusuz sualsiz biat etmeye borçlu olan bu elalmışlar bildikleri bir tek doğrunun (bildikleri de şüpheli ya neyse) tek doğru olduğuna inanıp o doğruya da sahip olmanın mutluluğu içerisinde yaşayıp gidiyorlar. Ne güzel değil mi? Hangi konu olursa olsun ister tarih ister tıp ister güzel sanatlar… bir tane doğru var onu da bunlar biliyor daha başka ne olsun ki? Bir insan hayatta ne kadar daha yükseğe ulaşabilir ki?

Bilinen herşeyin doğruluğunun tekrar tekrar sırf keyfine bile olsa bir daha bir daha sorgulandığı bir dünyada, elaldığı efendisinin bilgilerini nasıl olsa efendim sorgulamıştır o yapmamışsa bir başkası yapmıştır diyerek mi, yoksa bunlar sorgulanamayacak kadar önemli konulardır diyerek mi yoksa sorgulamanın ne olduğunu dahi bilmediklerinden mi bilinmez hiç sorgulamadan, ağzı dışarıdaki şişe misali denizin yüzeyinde salınıp duruyorlar. Her bulan içinden define haritası çıkacak zannediyor ama beklemiş suyun ekşi kokusunu alan daha uzağa fırlatıyor.

Bu durum ne yazık ki eğitimde de böyle...(cümleyi bitirince derin bir iç çektim üzülerek)   

Öğrencilerin hazırlandığı, donatıldığı dünyanın bilgileri pratikleri, enstrümanları hergün rakamlara dökülemeyecek hızda değişirken ne tek bir doğrunun ne de tek bir prensip tanımının geçerliliği iddia edilebilir. Zira aynı konu başlığında tek bir parametre değişimi sonucu hatta sonuca giden işlemleri dahi değiştirir. Aksini söylemek, ancak dogmatik din inançlarında ve pozitif bilim kuramlarında (bir de şu sözünü ettiğim elalmışların eğitim müfredatlarında ve ders işleyiş modellerinde) görülebilecek katı dayatmalara yol açar; bu da gereksinim duyulan güncelliği imkansız kılar. Güncel olmayan her türden bilgi mesleklerin gelişim seyrine zıt, otorite temelli, değişim karşıtı birer 'dayatma' dır ve bilginin kendisini varlığını sürdürme sorunu ile baş başa bırakır. Çoğu zaman, bu elalmışların sahiplerinden edindikleri bilgiler kendilerince fenomenleşerek empoze edilmeye çalışılır, ve fenomenlerle işleyen akıl dogmatiktir.

Hemen hemen her öğrencinin bildiği farkettiği ve kendi arasında konuştuğu bir konuya dönelim; elalmışların efendilerinden ferman olarak aldıkları bilgilerin, “bu böyledir, böyle olduğu için öğrenmeniz gerekir, niye öğrendiğinizi sormayın” (çünki ben de bilmiyorum :P) mantığı ve yaklaşımı ile vererek eğittikleri (yine gülesim geldi) “kuşku duymadan”, “sorgulama yapmadan” okuduğu her metne, söylenen her söze, ileri sürülen her düşünceye inanmasını istedikleri öğrencinin “hür düşümesi” ve “bilgiyi kullanması” mümkün değildir. İşte bu eğitim sonucu “sorgulanamaz” ve “ tek doğrulu” fanatikler her kesimde egemen hale gelmektedir.

Diğer taraftan, hep cevabı belli sorular sorularak ve hep sorusu belli olan konular öğretilerek ve bilhassa sadece sorulan soruya cevap almak amacıyla eğitilen öğrencimizin zihnen “şartlanmasının” yolu açılmakta; böylece “ idaresi kolay”, inisiyatif kullanmaktan ve muhakeme etmekten yoksun, “itaatkar bireyler” haline getirilmektedir. Böyle yetişen insanları, (bkz. %50’nin eğitimlileri) kendi aklının sahibi olamadığı (açık ve esnek bir zihinle değil, fikir kalıpları ile düşündüğünden) için hep “başkalarının kuralları” yönetmektedir.

Akıl-uygulama merkezli yaklaşım, uygulamalı ve teorik konular arasındaki ilişkinin hayatiyetini, canlılığını savunmaya ve ve muhattabın ikna edilmesine imkan verir. Bu imkan, kuşkusuz, öncelikle öğretenin konusuna “uzmanlığına” ( uzmanlık deyince gülesim geldi de ) ilişkin hayati sorular yöneltmesine, elaldığı sahibinin notlarına ise güncel bir form kazandırma gayreti içine girmesine neden olacaktır. Bu noktada, 'hayati soru yöneltme' merkez noktayı oluşturmaktadır. Çünkü, eldeki ferman misali kuşaktan kuşağa aktarılmış eski bilgiye bir güncel form kazandırma çabası içine girildiğinde, eski bilgi zaten sorgusuz sualsiz verilmiş olduğundan, dogmatik bir sorunun çözümünde başvurulan akıl-merkezli kanıtlar, yine akıl tarafından çürütülebilir; ya da değerli görülmeyebilir. Bu durumda öğrencinin, çalıştığı teorik veya uygulamalı konu içerisinde, gerçek hayatta kullanılabilir bir bilgi araması elbette en doğal hakkıdır. Çünkü, varlığının bir amacı olduğunun bilincinde olan her özne, eğitim sürecinin kendisine kattığı bilgilerin ve, eğer varsa yeni bakış açılarının da farkındadır.

Değişime kayıtsız kalmaması gereken meslek eğitimi, önce yaşamın içinden gelmelidir. Yaşamın içinden gelmeyen bir müfredat, özellikle yararlı ve tutarlı bilgi verme konusunda başarısızlığa mahkumdur. Günceli takip eden bir eğitimin içeriği iki zıt gibi duran ama paralel olmasa da aynı doğrultuda olan etkenle beslenmelidir. 1- içsel dinamiklerle sorgulanan çevre 2- temel kabul edilen a priori prensiplerin günün çevresel dinamikleri ile sorgulanması..

Buradan bakınca, birbirini tamamlayan ve varlığını sürdürme sorunu yaşayan tüm eski bilgilerin ve bu bilgileri aktaran elalmışların düşünce üretmeyi öğrenmek ve öğretmeyi toplumsal bir varlık gereksinimi olarak görmeleri gerektiğini düşünüyor ama bırakın bu noktalara gelmelerini şu son cümleyi bile anlamayacaklarını bilip başka tarafa bakmayı yeğliyorum. Zira onlara sorsanız bu yazıyı kendilerine iltifat, hatta dünyada (dünyalarında) bulunan herşeyi kendilerine iltifat kabul edecekerdir, bir cümlesini bile anlamadan...

16 Temmuz 2013 Salı



»The child takes something apart, breaks it up in order to know it; or it takes an animal apart; cruelly takes of the wings of an butterfly in order to know it, to force it's secret. The cruelty itself is motivated by something deeper: the wish to know the secret of things and of life.«
Erich Fromm, The Art of Loving

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Bazı şeyler hiç değişmedi değişmeyeceği de kesin.....


Bazı şeyler hiç değişmedi değişmeyeceği de kesin….. sadece aptallar aynı durumlardan farklı sonuçlar beklerler…. Ve kafası yeterince (nasıl oluyorsa) çalışan her entellektüel çerçevenin tamamına bakıp konuyu yorumlar. Bugün yaşadıklarımız belirli bir kesimle belirli bir kesimin iletişim kurmasından başka nedir acaba diye hep etrafımdakilere nutuk atarcasına fikirlerimi sundum ve geri dönüşler hep görüşlerimi olumlar rotadaydı.

Bir canlının diğer bir canlıyla iletişim kurmasının yegane koşulu aynı iletişim ortamını kullanıyor olmalarıdır. Bu iletişim ortamı sesli, görsel, dokunsal, koku ya da tat alma yoluyla veya tamamen duygusal hareketlilikle olabilir, ancak aynı ortak durum oluşması mecburidir. Aynı takımı tutan binlerin aynı anda sevinçle coşmaları (hatta her sene 3 dakikalık şampiyonluk kutlamaları) (yanlış anlama olmasın hasta Fener’liyim), aynı siyasi görüşte olanların beraber bayrak sallamaları ( ve hüloooooğ bağırışları) kadar zıt görüşte olanların paydaşı oldukları konusunda verdiği tepkiler de birer iletişim tavrıdır. Ve iletişim kurmada genelde başarısız olan veya dikkate alınmayan taraf için iletişim yönteminin ahlaklılığı ya da etiği (hayatın genelinde etiği içselleştirmediği için iletişimde de dikkate almayacaktır) dikkate değer bir etken değildir. 
Bugünlerde yaşadığımız sosyal hareketliliğin nedeni de sanırım bu dikkate alınmama halinden kaynaklanıyor. Hayatları boyunca hiçbir zaman iletişim kuramayacağı bir zümreyle iletişim yöntemi olarak kendinden nefret ettirmeyi seçen zavallı bir zümre (meslek grubu diyesim geldi ama meslek grubu bile olmadığını düşündüm ve hemen tüm diyesilerim gitti küfür edesilerim geldi) ne olursa olsun da görünür olsunlar diye olmadık eziyetleri ediyorlar. Zira onlar ne sosyal sınıf olarak ne ekonomik sınıf olarak ne de kültürel sınıflarıyla Taksim bölgesinde dolaşan, toplanan ve hiç yaşayamayacakları tarzda yaşayan insanlarla ilk defa iletişim kuruyorlar. Atıyorlar gazı onlardan nefret ediliyor ama olsun onları varlık olarak gören ve nefretlerine haiz olacak kadar kabul edenler olur ya buna da hamdolsun zaten bir tarafta da kesmeşeker bile dağıtsan birbirini ezerek kapışacak zihniyette hüloooo diye bağırışarak sevinen destekçileri var. Kimisi götte ama olsun orası da ulu bünyenin bir parçası beyinde yer bulamadık bari götte duralım yeter ki duralım kafası arkalarında ama bilmiyorlar ki yarın dağıtılan kesmeşeker etki edip ereksiyon yaparsa (ki yapar) arka tarafı kollayacak kimse de olmayacak.

Kendilerinden nefret ettirme dışında hiçbir yolu iletişim modeli olarak bulamayan düşünemeyen kurgulayamayan bu zavallıcıklar en ilkel insanın tavırlarıyla yani güdüleriyle hareket edip işin keyfine varmaya çalışıyorlar. Kapı ziline basıp kaçan, biraz büyüyünce trenlere pil atıp cam patlatan, biraz daha büyüyünce sokaktaki zayıf çocukları 5-6’ya tek yakalayıp döven eline alet verince de gazı zevkine sağa sola sıkan ama tüm bunlar olurken doğumundan üniforma giydiği ilk güne kadar aralıksız babası abisi amcası dayısı ailede büyük erkek kim varsa onlardan da dayak yiyen bu siluetlere biz anlayış gösterebiliriz. Zira düşünme yetisine sahip olmaya bir özne herhangi birşeyden sorumlu olamaz ama bilinç olarak yetkinleşmiş düşünülmüş isteklerinin eylemi ile bir yapı olmuş bir karakter biçimi olmuş bir özne bir birey ( ayni bizler) yaptığından sorumludur ve yaptığı her ne olursa olsun toplum için faydalıdır. Bu yüzden onlardan nefret etmek de toplum için hayli faydalı bir tavır olarak da yorumlanabilir. Hegel der ki; doğa ussal bir dizgedir, ama onun böyle olması usun bilinç sahibi olduğu anlamına gelmez. Güneş dizgesinin devinimi değişmez yasalara göre olur, ama ne güneş ne de bu yasalarla hareket eden gezegenler bunun bilincinde değildirler. Bu zavallıcıklar ve şakşakçıları bir de ancak götte tutunanlar zeka olarak kıt değiller sadece bilinçli değiller ve o yüzden de topluma faydadan çok zararları vardır.

Tarih boyunca tüm savaşlar toplum katmanları çekişmeleri ve her türden sürtüşme bu ve benzeri iletişim yöntemleri üzerine kurulu olup 3000 yıl once yazılmış Yunan mitolojisinin bugüne cuk oturuyor olması da bunun ispatıdır. Bugün bu siluetlerin biz bireyleri anlamalarını beklemek ise en başta yazdığım aptallığın noter tasdikli suretidir.



14 Temmuz 2013 Pazar

Anlatmak mı kabul ettirmek mi?


ANLATMAK MI KABUL ETTİRMEK Mİ?

Bir zamanlar 323 no’lu atelyede heyecanla toz pastel kazıyan, çizdiği herşeyi zihin mucizesi sanan, hayal dünyasında yaşayan mutluluğu hocalarının evet olur sözlerinde arayan saf çocuklardık. Bi’ yeri acıdığında annesinin öpücüğü ile iyileşen çocuklar gibi; proje dersi sonrası uykusuzluklarımız yorgunluklarımız geçer, eleştirildiğimizde ise arkadaş tesellisi devreye girer gene yoluna girerdi herşey... zaten herşeyden vazgeçme kapısı da açıktı herzaman…… Bizden birkaç sınıf büyükler kadar bilgili olmamızla gurur duyar hatta onları eleştirmek sanal statü atlatırdı bize. Mezun olmazdan az evvel çalıştığımız yerlerde patronlarımız ve hatta asgari ücretle çalışan ustalarımız bizi kağıt dünyasının hayali projelerinden alay ve aşağılamayla uzaklaştırdığında okulda verilmeyen bilgiler zihin kütüphanemize öyle bir boca oldu ki  öğrenciliğe dair tüm hatıralar ve fotoğraf çerçeveleri kendiliğinden kalktı toparlandı kolilere girip çatı arasına kaçıştı. O kütüphane de zaten artık yok….. herşeyi harddiske aldık kütüphanenin yerine de 2 berjer (ne demekse) koyduk güzel oldu valla… Bütün eğitim boyunca Pasolini filmlerindeki masumiyet teması gibi el üstünde tutulan sunum-anlatım tekniklerinin de meslek dinamikleri içerisindeki konumu mesleğin gelişimiyle epey değişti. Bakanın hayal gücüne yaslanan seyirlik hileler, gelenekselci küçük grupların (kaldı kaldı merak etmeyin hala var hem de inanamayacağınız yerlerde) alışkanlıklarını ezip geçince ve doğruyu yalnızca doğruyu söyleyince iyice çekilmez oldu. Ah şu gelenekselciler öyle yanlış şeyleri öyle yanlış argümanlarla savunuyorlar ki onlarla tartışmayı geçtim söylediklerine kulak misafiri olmak bile yoruyor artık. Hala kağıt ebadı, hala paspartu, hala cetvel gönye hassasiyeti türküsünü utanmadan söyleyenler bir de söyleyemeyen ama ıslıkla çalanlar var ya herhalde mesleki anlamda çağımızın vebası desem yanlış olmaz.
Bugün, bir yöntem, bir tarz icat etme labirentine düşmeden; geçmişten birikimden tarihten yararlanmak kesinlikle gereklidiri en çok biz söylerken biteviye güdüsel düşüncelerin (fikir demiyorum dikkat ederseniz) girdabında sürüklenen döneduran ve döngüsel hazlar içinde kendini tatmin peşindeki bu küçücükler hiç birşeyleri yetmezmiş gibi bir de başımıza tarz diye birşey sarmaya çalışıyorlar ki en fenası da budur dikkat edin...

Bu tarz dediğimiz şey herneyse o kadar gelişine ve tutarsızdır ki herhangi bir zamanda karşılaşılan durumlar bu tarz uğruna tarzın bizzat kendisini teatral ve emaneten durur hale getirir.

Küçücüklere göre tarz sahibi olma ermişlik ve erdemli görünme olsa da bana göre günümüz akıllı toplumunun ilk redetmesi gereken üretim tutumu olmalıdır bu... Lakin her ne kadar da bu şekilde belirtilse de acaba “tarzsızlığın erdem haline geldiği” bir koşulsuz ortam tasarlanabilir mi? Sakın bu sorumu bilimkurgu mecrasında veya herşeyin mümkün olduğu çizgifilmlerde olumlamayın. Her ne kadar tarzın bir “ahlaklılık” seviyesine yükseltilmesi söz konusu olsa da gelenekselcilerin argümanları en iyi haliyle ancak dini engizisyon tarafından ölüme mahkum edilen kurbanlara yapılan consolation kadar ikna edici olabilir benim gözimdeki günümüz tasarımcısı için. Göçebe bir zihin, unutarak yenilenen bir zihin özlemi taşıyor benim gönlüm ve eğitimci kişiliğim ve dahası doğasının dilini gününün dünyasına dahil etme ihtiyacı duyan bir hassasiyet arzuluyorum.

Bildiğini aktarsın veya bilmiyorsa da bilgiyi aktarsın diye eline not ve yoklama çizelgesi tutuşturulan ve tüm varlık gücünü bu erkinde bulan işbu küçücüklerin ulaşım ve dolayısıyla  kullanım alanının dışında kalmış, bu yüzden de göz ardı edilmiş ya da bastırılmış tavırların gün ışığına çıkartılmasıyla oluşturulabilecek bir hassasiyet teşvik ediyor tüm eğitim faaliyetlerim… Etik temellere dayalı bir “farkında olma” halinin reflekslerini oluşturmaya çalışıyoruz hep beraber dersimizin pratogonistinden figüranına tüm aktörleriyle. Kullanıcının halleri… teknolojinin imkanları…  çağın beğenisi… fiziki koşullar.. moral koşullar derken hangi birine yetişeyim değil hangisine ne kadar deyiyim diyen bir hali oluşturmanın çabasındayken işin belki en acı yanı, yeni anlatım modellerine güzelliklerini paylaşmak ve gelişmek için yaklaşmaya gerek duymayanların onu sınırlamak, üretenleri karalamak ve yıldırmak için aşırı çaba göstermeleri.

Bir gün gelecek ve bu küçücükler, konularıyla ilişkilerinde yeni dünyanın enstrumanlarını kullanmayı bir bahşetme olarak değil, içinde buldukları dünyada varolma, artık görmezden gelinemez olanı makul sınırlarda tutma çabası olarak görecek ve bu tutumları da onların son durağı olacak inanın. Zira 10 sene önceki bölüm toplantılarımızı hatırlıyorum da aaahhh ah, neler konuşurduk diploma projelerinin bilgisayarda çizilmiş olanlarını diskalifiye etmek üzere tespit edip rapor etmişliğim vardır.. Neymiş yaratıcılıkmış hatta hassasiyetmiş hatta daha da ötesi tarzmış. Sevsinler tarzınızı… Hani derler ya kendisi ne ki kerameti ne olsun, sizing tarzınız mı vardı da öğrencinizden tarz beklediniz. Bırakın da çocuk her dayattığınızı çizdiği projeyi bari kendi istediği tarzda anlatsın. Ama bir tarafta da hazır modeller, şablonlar, 3 boyutlu tarayıcılar, etkileşimli renk kartelaları var. Ne yapalım herkesi aynı temizlikte aynı kurulukta çıkartan bir yıkama programımız yok.. Yok da kullanılan araç ve yöntemlere, ve de araç ve yöntemlerin kullanıldıkları koşullara bağlı olarak hedeflenen ereğe kimi zaman ulaşılabilir, kimi zaman da ulaşılamayabilir; zira fiili uzamdaki her genişleme, sosyal ve teorik açıdan nüfuz edilmesi gereken yeni ilişki biçimleri ve ağları doğurur. Bu nedenle güncel olma zaten çoktan yaşanmakta olanın berisinde/gerisinde yeni bir uzamın inşasına soyunan manipülasyonun adı olur.