21 Ekim 2013 Pazartesi

Nedenleri kaybolmuş tasarımlar


Hepimizin hayatında nedenlerini kaybetmiş bir çok insan olduğu gibi nedeni hiç olmamış ya da üzerine iliştirilmiş nedenleri çoktan sıyrılmış bir çok tasarım vardır. Gönlümüzde ya da herneremizdeyse oramızda bir yer edinip coşkularımıza hükmeden herhangi bir tasarımın etki alanına karşı konulduğunda hırpalanmayışımız tasarımın, hırpalanışımız ise bizim açığımızdır. Gönlümüzdeki coşkuların üzerini örtmek istediğimizde ilk yapacağımız iş; bu coşku çıkıntılarının üzerine moloz dökmek olacaktır. Bu molozu elde etmek içinse ya gönlümüzden bir yapıyı yıkacak ya da gönlümüzde bir küretaj yapıp hafriyat çıkartacağızdır. Bu eylem ve yanetkileri zamanın dakikalarla, ağırlığın kilolarla, sevginin karşılıkla ölçülmediği zamanlarda yani çocukken çok daha kolay olup açıklarımız nitelik ve nicelik olarak çoğaldıkça zorlaşmaktadır. 
Tasarımların (ki çoğu zaman çevremizdeki insanlar da bizim tasarımımızdır ama bu konuyu belki başka bir yazıda açarım) varlık nedenleri hemen hemen herzaman bizler için birer algı kalıbıyken ya da bizim algı kalıplarımızken asla bu kalıplar onların varlık şartı değildir. Zira “bu neden var?” sorusuna verdiğimiz cevap (artık o herneyse) varlığının sebebi sorgulanan tasarımın var olması için bir önceki soruya verilen cevabın olması şart veya gerekli değildir. Bir tasarım (veya bir insan) (galiba hayatımızdaki insanların neden bizim tasarımlarımız olduğunu yazmam mecburileşiyor) şu ya da bu sebeple hayatımıza girmiş ancak artık işlevini yerine getiremiyor olabilir, bizim de o tasarımı hayatımıza sokma gerekçelerimiz, nedenlerimiz değişmiş olabilir, ama onu hayatımızdan atmamışızdır, o hala vardır. Dolayısı ile hayatımızdaki tasarımların varlık şartı onların varlık  nedenleri olan algı kalıplarımız değildir.
Bir kez varolduktan sonra ne kendi gidebilen ne de gönderilebilen bir tasarım kimilerimiz için ne mutlu kimilerimiz içinse ne acıdır ki anlama yetisi kadar işlev görür. Anlamayı keyif haline getirememiş hatta geçtim, ilk bakışta kabak gibi görünenin ötesini kavramaya çalışmayı zulüm olarak görenler için bir dünya tasarım ve seçenek…Geviş getirirken bile yiyecekler mideye önce iner biraz öğütülür sonra tekrar ağıza gelip çiğnenir ve yutulur ama bazı tasarımlar gevişe bile müsait değil sadece ağızda şöyle bi’ dolandırılıp tükürülebiliyorlar. Ağızında kalan tadı tokluk sanan demin sözünü ettiğim anlamanın keyfinden yoksun zavallı ise mütemadi bir açlık içerisinde fakat açlığından bihaber kendini ‘carpe diem’ ülkücüsü zannediyor.
Tasarımlarımız ve tasarladıklarımız ve hatta bir şekilde elde ettiğimiz tasarım  ürünlerimiz gönlümüzün zenginliği hiç kuşkusuz. Ama hani derler ya; zenginlik bağırır asalet fısıldar diye, zannediyorum reddettiğimiz her ne varsa onlar da asaletimiz. Zira ne var ne yok tıkıştırılmış bir gönlün zenginliği biraz önceki geviş kadar bile etkisi olmayan ağızda tat bırakmadan öteye gitmez. Bir süre sonra içine dolan tasarımların bekçisi yapar efendisi olmayı tadamamış o zavallı gönlü.

8 Ekim 2013 Salı

Neredeydi hatırlamıyorum, artık oradan da geçmiyorum


Neredeydi hatırlamıyorum….. Bildiği için dalga geçilen adamı hatırlıyorum da zamanını da inanın gerçekten hatırlamıyorum. Bilgisizin bilgisizliğini örtbas etmek için bileni sorguladığı, öğrenmek için değil de madara etmek için sorular sorduğu bir yerlerde tanışmıştım kendisiyle. Öğrenmenin tadını almayanların bilmenin de keyfini süremediği bir panayırdaydık ikimizde. Uzun zamanlar bir şeyi bilmenin ve de muhakkak o bilgiyi paylaşmanın bir sonraki bilgiyi edinmeye hak kazanmanın önkoşulu zannettiğim bir çadırda, bir bilgiye sahip olmak bir sonraki bilgiyi edinmeye mecbur olmaktır diye kulağıma fısıldadı.
Bilginin kendi içindeki örgüsü çalı gibi dururken bir zamanlar, bir anda bağ bahçe, kent ve imparatorlukları olduğunu fark eden bir başka adamı da ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Elinde bir robot resim koca imparatorlukta eşgal ararken tanıdığı simalar bir süre sonra ordu oluvermiş ama komut komuta bende diye bağırması ne yazık ki orduya hükmetmesine yetmemişti. İkinci el pazarında ne sattığını da pek fazla bilmeden çığırtkanlık yapan tezgahçıların bağırış çağırışlarının arasında hiç bir şey almayacak olmanın da rahatlığıyla sadece dolaşıyor gibiydi. Aradığı eşgalin sahibine ulaşma hevesiyle yordam denilen şeyi unutmuş, unuttuğu için de kanımca artık pek de şansı olmayan bu adam işaret diliyle bu pazardaki herşeyin esas değerinin özverimin pahası kadar olabileceğini söylemişti sanırım.  Bulmak denilen şeyin sadece farkına varmak olduğunu kendisine söyleyecek kadar ne sesim çıkabilirdi o ortamda ne de adamın da beni dinleyecek hali vardı.
         Bu gün olduğum kadar değil ama biraz acıkmıştım o zamanlar ve doyuyormuş gibi hissetikçe fark ettim ki bilgi kendisini kullananı daha da bir acıktırıyor. Gene o günlerde gördüm ki zaten kimsenin canı da o anda en kolay ulaşabileceği fast fooddan başka bir şey çekmiyor. Ne yiyelim diye bile kimse sormuyor. Acıkıldığı anda açlığı bastıracak herhangi çiğnenebilirlik ve tabi ağıza sığabilirlik yeterli geliyor çoğumuza. Makarnanın yanında melemen hemen arkasından da pilakiyi kepçeyle boca ediverince tabled’hote tepsisine sadece boş masa arıyor sadece acıkmışlığını duyumsayan ısırgan. Ulaşamayacağını aşeren zavallı içinse ulaştıkları; aşerdiklerinin ornatması* olarak geçiyormuş bulmacalarda. Peki ya ulaşabileceğine ulaşmak için yola çıkana ne demeli? E onunla da dalga geçilmeli tepsinin dibini sıyırıken. Bu gülüp eğlenenlerin önünden geçerken kızardığımı hissetmiştim hatırlıyorum. Umarım sadece aç aç yürümeme gülüyorlardır diye düşünüp ne kadar yakınında olursa olsun eğer tanımıyorsa niteliğini; yanında duranın ne anlamı var ki herbirimiz için diye teselli etmiştim kendimi. Henüz tasarlanmamışa özlem duyulamayacağı gibi almaya çalışmadan da arzulamanın bir süre sonra geçecek bir sancı olduğunu yazdım duvara…. Onlar hala gülmeye devam ediyorlardı.
         Artık oradan geçmiyorum hala gülüyorlar mı onu da bilmiyorum..





* Ornatma: Bir şeyin yerine başka bir şey koymak

27 Eylül 2013 Cuma

Günlük hayat asalakları


Yeni bir eğitim öğretim yılı daha başladı başlayacak… Günlerce fırtınalı denizlerde yelkenliyle yol almış da ellerinin parçalanmış derisi okyanusun tuzuyla dağlanmışcasına, geldiği açık denizdeki fırtınadan uzak sığındığı ya da vardığı limanda sadece kendi yelkenlisinin hışırtısını duyarcasına dinlenmeye geçmiş ve bir o kadar da taze umutlarla keşfe çıkacak yenilerle dolu eski sınıflar… sınıflardan daha eski mi bilemem ama daha yıpranmış olduğu kesin bilgileri aktaran ses bile diyemeyeceğim nefesler ve kırılan hayaller umutlar; hepsi hepsi 3 ayı geçmeden eskiyecek olan duvar boyaları, konuştukça anlattıkça görünecek kelden, çıkacak foyadan daha dayanıklıyış dedirtecek yenilere…kim nediri çok ama çok net gösteren dedikodular sayesinde yılbaşını görmeden kolayca ulaşılabilecek olanı aktaranlara da diyecek ve koyacak ama onlara hiçbir şey olmayacak rahatsız bile olmayacaklar hatta düşünmeyecekler bile başka türlüsü olsa mıydı keşke diye…

Birilerimizden birileri  anlam uzlaşmazlıklarının ancak otorite baskısı ile sineye çekilmesi sonucu elde edilebilecek kendince zaferi bilgililik ve bunca yıllık tecrübeye bağlarken gene aynı birilerimizden farklı birileri de öğrenciye kendisi olabilmesi, karşımıza bilgi ile dikilebilmesi, bir müddet siperlerinde müdafaaya imkan tanıyacak silahlarını edinmesi için kabuk bağlatacak ya da en azından deri değiştirtecek… Bu arada narkoz verenler de olacak ama onların dozu zaten çok düşük olacak, zaten yan etkisi olmayan uyku ilaçları kadar etki ediyor olacaklar… ne var olacaklar ne de yok…  rahat olayım diye ütülenip ruhunda hiç kırışığı olmayanları, yüreklerinin sinir dalgalanmalarını adeta regülatörle düzenleyip sunanların da iki kelime konuşmaya bile yürekleri yetmeyecek bir iki damla su sığındıkları en derin liman olacak. Bir de ibresinde ölçü olarak; küçük yaşantılarının basit menfaatleri bulunan, vicdan terazilerinin bir kolunda güçlü olana yalakalık becerisi, diğer kolunda güçsüze saldırma güdüsü ile uzaklarında bir yerlerinde bir monokordla çalınan monofonik, monotonik bir battaglia eşliğinde her işi bitene, çekip gittikten sonra arkalarından iyi ki gitti diyenler var. O zavallılar en ufak bir fikir dalgalanmasında batacak bir takanın kürek mahkumları… sevdiğim bir adamın lafıyla; nabucco’daki kürek mahkumları bunların yanında isviçre konsolosu gibi kalır… Gövdelerinin salgıları beyinlerini ele geçirmiş olan bu etçil yaratıklar, insan yetisinin ve kimlik yeterliliğinin önünde engel olabilecek ne varsa hepsini çok iyi becerebilenlerdendir. Akılları sıra yaralamaya çalıştıkları bünyeleri yaralamaya kalkışacak kadar dahi yürekleri olmadığından çok çok bir iki çizikle kaşındırabilecek olan bu sürüngencikler kendi doğuştan yaralarının cerahatini de berekettir deyip yalar yutarlar hiç şüpheniz olmasın…

Ezberleri lokomotif yapıp yaşantısını önce vagonlara sonra kompartmanlara bölmüş ve bir de bu durumdan da sanki başkaları sorumluymuşcasına şikayetçi olan günlük hayat asalakları için, ileri bir hareketin güdüsü hep daha önceden denenmişten, bir öncekinin söylediğinden ve herkesçe bilinebilecek olanı bilmekten geçiyor.

Süslemeyi bile beceremedikleri, hindi kabarıklığı sandıkları kamburlarına acıyarak bakıyorum bakmasına ama kimilerimizin varlıklarıyla büyük açıkları kapattıkları ne yazık ki bu aynı düzlemde ancak arayanlara ayan olabildiğimiz bir kamuflaja çeviriliverdik ki zaten baştan beri hesaplar da bunun üzerineydi…   

2 Eylül 2013 Pazartesi

Geçici gerçeklikler ve değişim




Kafam gerçekten güzel… Eve gidişim de tıpkı kırk yıldır şu şehire ve yaşantısına bakışım gibi ezbere ve risksiz… o da güzel…. Kusursuzluğun gerçek anlamının hiç kusuru olmama hali olmadığını kabul ettiğim günden beri (ki o gün ne zamandı kaç yaşındaydım hatırlamıyorum) evime, değişmenin aslında pek de değişmek olmadığını hatta hiç değişmemek olduğunu kabul ederek gidiyorum. Çok da zorlamamak lazım aslında ama değişen şeyler görüyorum gerek gözlüksüzlük gerekse hafif çakırlıktan zorlukla seçtiğim detaylarda, muhtemelen eve gittiğimde klavyede yanlış tuşlara basarak yazacağım ve sonradan redakte edeceğim şu düşüncelerimi telefonuma sesli kaydederken bile tamamlanmamışlıklar ve bu tamamlanmamışlıklara yaslanıp kah bu tamamlanmamışlıkla kamufle olan kah tamamlanmamışlığı kamufle eden değişimleri gözlemliyorum.

Ekonomik gerekçelerle metalardaki değişimi anlayabiliyorum, zira gerek günümüz yaşam modelleri çeşitliliği, gerekse çok katmanlı kimlik mecburiyetlerinden kaynaklı beklenti taşkınlığı, günümüz tasarım-üretim ilişkisi sonuçlarını; ekonomik, teknolojik ve estetik gerekçelerle karşılıklı olarak yetersiz kılıyor. Üretilenin; makyaj yeniliği sunmasına karşın üretildiği anda eskinin reprodüksiyonu olması nedeniyle eskimiş yeni olduğu hallerin kent, konut, hayat ölçeğinde belgelendiği bir yaşam çevresinde yaşıyoruz. (Ne kent diyebiliyorum ne köy…. milyonlarca tavırsız ve tanımsızın yaşadığı bir tanımsızlık ortamı) Değiştiği için anlatılamaz olan mı yoksa değiştiği için anlatılmalı olan mı bilmiyorum geçmişimizin izleri değişimin zımparasından sonra yeninin son katı vurulunca iyice silikleşip yok olmaya yüz tutunca değişim iyice kolaylaşıyor galiba. Kimliği oluşturan kalıntılar gidince modifikasyon kolaylaşıyor kuşkusuz. Değiştirilebilir parçaların çokluğu yüzey zenginliği ve farklılık yaratıyor zannettirirken acaba bir taraftan da sanki iskambil kağıdı gibi aslında aynı değeri taşıyan rakkamların ya da resimlerin hepi topu 4 tanesi mi var destede?

         Geçici gerçeklerimizin tamamlanmamışlıkları yüzünden midir, tamamlanıp da artık açlığa aç kalmışlıktan mıdır bilemem bir değiştirdir gidiyor. Mehmet Ali Erbil’in tam da toplumun güncel zekasına uygun programlarla; hiç olmayı farklı olmaya yeğleyen, kendi varlığını daha değerli olduğuna inandığı başka varlıklara adayan salaklar olduğumuzu yaptığı programlarla kendi kendimize ilan ettirdiği 90’ların başları gibi. Herifin biri kargadan beter sesiyle (vaaallllahi karga sabahları öyle ahenkli ötüyor ki biraz dinleyince çirkin ama zeka ürünü olduğu kesinlikle anlaşılıyor, youtube’dan bakın bunlarınkinde zeka da yok) bir şarkı söylüyor eğlence sunucusu da değiştir diyor herif başka şarkı söylüyor??? Bu nedir abi? Bunu niye seyrettik biz? Bunu seyreden insanların herhangi bir şeyi akıl mantık süzgecinden geçirmesi mümkün mü? Herhangi bir şekilde bilimsel düşüncesi olabilir mi? Gerçi şu da var; bugünden oturup 20 yıl öncesini hicvetmek kolay da sanki bugün başka türlüsü mü oluyor? HAYIR. Yarın başkası mı olacak? HAYIR. Çoğu insanın demin de söylediğim gibi geçici gerçekliklerinin tamamlanışı (görece tamamlanışı) çok acıklı gelmiştir bana… her tamamlanışlarında başka bir özlem vardır zavallıların….(biz zavallıların).. kimisi bir mücevhere, kimisi bir arabaya özlem duyar da arabası olunca ne kadar da yetersiz gelmeye başlar bir zamanlar güneşi doğmak üzere olan gecenin çiği nasıl sahildeki heryeri ıslatıyorsa, o özlemin ıslattığı hayatındaki her detayı… Sonrasızlığını değil de kıyaslamalı sonrasını hayal eden şapşallar olarak değiştir dendikçe değiştiren yarışmacılardan ne farkımız var? Sonunda kutumuzu açmayı teklif eden,(J) elinde mikrofonuyla bir eğlence sunucusu bulunuyor muhakkak. Sunucu yoksa da kendisine doğru konuşacak bir mikrofonu(J) biz buluyoruz, o da muhakkak.

Özlemlerini gidermek için koşup yakalayıp üzerine oturan oturganlar olarak ne zaman bir nesnenin görece değeri; kullanışlılığından çok gözlem değeri üzerinden belirlenmeye başlarsa o zaman o değerin yerçekiminin etkisinden de kuvvetli bir etkiyle (belki zihin itmesi) aşağılara doğru düşmesine seyirci kalıyoruz. Hatta bu hoşumuza gidiyor. Değişiyor, değişiyoruz ya…. Sadece nesneler için değil bir gülümsemesiyle kucaklayan, hiç varolmamışken bir anda varlığıyla pek çok tamamlanmamşlığı kamufle eden sevgilinin -mevcut kusurlarıyla mukim- kusursuzluğu da değişimden nasibini alır mı ne dersiniz? Değişmesi istenmese bile koşulsuz olan, geçici gerçeklik zemininde ölesiye sevilen ama artık geçmiş bir gerçekliğin sadece sembolü olabilen sevilmiş (sevilmişi; sevgili yerine kullandım zira sevgili şimdiki zaman kipinde geçerli olup ‘eski sevgili’ gene bugünü merkeze koyduğu için yeterince yansıtmıyor düşüncemi) ve seven bir dere yatağında coşkuyla sürüklenen su zerrecikleri gibi oynaşırken nasıl da güçlü, önüne çıkabilecek herşeyi sürükleyebilecek debiye sahip akıntıyla giderken, imgeyi okuyamamış olmanın, tüm tamamlanmamışlıklarına hadi hepsini geçtim birazına bile yüreğinde yer bırakamayanın kaderi değişimden başka bir şey olmayacaktı zaten ne sandınız? Az sonra tekrar buluşacaklarını bilerek, bir deltanın ağzında ayrılmış su zerrecikleri gibi, isteyerek ya da istemeden değişerek tekrar buluştuklarında beraberce değişmiş olsalardı belki katlanılabilir olabilecek olan ama beraberce değişmedikleri için artık katlanılamaz hale gelen iki yapıyı birbirinden ayıran da bu değişimdir, ya da değişmişin kutsanmış adı olan yenidir.

Yeninin sunduğu kullanım değerinden çok üzerine vuran ışığın kuvvetiyle oluşan ışıltısı, yani bizim gözümüzden görünen sahip olunma değeri sönükleşene kadar ya da bu ışıltı sönükleşmese de gözümüz alışıp göz bebeklerimiz yeterince küçülüp daha keskin görmeye başlayınca daha parlak bir yeninin gözleri ışıldatması ve kısa sureli körlüğü beklenir… Açlığa aç olan, tamamlanmış yaşam da bir yenisinin körlüğü ile kör topal devam eder işte böyle bir tanımsız mecrada….


26 Ağustos 2013 Pazartesi

KRALLAR ve GÖZDELER


          Kendi düşler, beklentiler ve umarlarımızın sınırlarını belirlediği ve kendimizden başka hiç kimsenin varlığını bilmediği ama bizim, varlığından şüphe duymadığımız haritada ise yerini hiç bir zaman gösteremediğimiz adeta yüzer bir ada olan gittikçe büyüyen ülkemiz, toprağımız bizim krallığımızdır. Böyle belirlersek krallıklarımızın sınırlarını, sınırın kendiliğinden esnekliği hatta sınırının sınırsızlığı ve haritayla belirlenemeyişi her gün yeni haritacı ve plan koteci gerektirmesi de doğal olarak içindeki değerlerin göstergesiz ve görece değerleri üzerinden belirlenmesindendir diyebiliriz. Bu krallığın yönetiminde varlığımızı kendisiyle değiştirebileceğimiz ya da biraz daha megalomanyakça ama gerçekçi bir yaklaşımla varlığımızı varlığıyla eşleştirdiğimiz süreksiz şeylerin az da olsa piyasa değerleri üzerinden güç sistemimizi ya da kolluk kuvvetlerimizi oluşturmak en büyük hatamız oluveriyor. Sorsan ülkeyi yönetecek beceride olup, yanında bir çırakla basit bir bakkalı bile idare edemeyecek durumda olan insanların kendi krallıklarının da farkına varmaları, farkına vardıktan sonra (varamıyorlar ya hadi diyelim vardılar) o krallığı yönetmeleri doğru kolluklar doğru idari kadrolar ve stratejiler üretmeleri mümkün mü? Kimse krallık müessesesini sadece haremlerden ganimetlerden ve oburca yenilen ziyafetlerden ibaret sanmıyordur herhalde…. Savaştan kaçınmayan, zaferlerle onurlanış ama yenilgilerle de güçlenmiş, maceraya, tehlikeye hatta acıya bile gereksinmesi olan, az sevilen çok seviliyormuş gibi görünen, zorlayıcı ve kararlı adamın işidir krallık. Kendi kendimizin iç kuvvetlerinden de oluşsa her zaman her krala karşı bir muhalefet vardır gizliden gizliye, ve aslında en zorlu muhalefettir kendi içimizden kendi dürtülerimizle oluşan muhalefet. Tüm bu olumsuz koşullara, üst yönetimin sert havasına sıkıntısına stresine de katlanmanın yolu eğer krallıktan vaz geçmeyeceksek ya kafayı güzelleştirmek ya da ayık kafa önkoşul olduğu durumlarda olsa olsa cariyeler olur heralde.

          Dionizyak bir ruh haliyle sınırımın içine doluşturduğum her türden tasarım ve nesneleşmiş tasarım ürünü cariye tanımıma girer benim ülkemde. Bu yüzden karşımda gördüğüm ve ülkesinin kralı diyebildiğim tüm kralların da böyle olduğunu varsayarım. Bu cariyelerin bir kısmı işlerini öyle iyi bilirler ki (yaratılışları öyledir) kralının yanında sırnaşıktır, çok fazla yaklaşmaz, fısıltılı konuşur duymak için kral ona yaklaşır, sonrasında ise demin değindiğim gibi varlığını (verdiği hazla) varlığıyla değiştirebilecek kadar sanal bir aleme götürür kralını.

           O yüzdendir ki krallığa yeni dahil edilmiş bir cariye belirli bir sure için gözde oluverir hemen. Bu karmaşık dürtülerle, çevresindeki başka şeyleri ve herşeyi gözdesi üzerinden algılayan, hisseden, önce diğer olanları küçümseyen sonra gene diğerleri gözdesi üzerinden yücelten kralın yaşadıkları; ne kadar da yoğun, tarifsiz, sadece ruhhali olarak adlandırılmaya yönlendiren, akılla biraz anlaşılabilir ama çoğu zaman hoşgörülmesi gerekip akılsızlıkla suçlanan yaşama halidir. (deneyim desem değil tecrübe desem değil kelime bulamadım yaşama hali diyebildim) Ah şu gözdeler sahip oldukları kuşatıcı özelliği anlamaya çalıştıkça kendisinden soğuturken, bir yandan da kralının ruhundaki boşluğu öyle hissettirir öyle reklam ederler ki; halk kendi arasında kralıyla ilgili konuşmaya hurafeler yaymaya başlar. E ne de olsa kraldır, edebiyatta bile yer bulamayacak türden yaşadığı bu tutkuyu, kimse akılla, mantıkla yargılama işine kalkışamaz. Halk ancak kendi yaşantısına dair tutkularını böylesi yoğun yaşamadığı ve yaşayamayacağı için mahkûm eder, yüksek ego alçak ahlakla kendi küçük tutkularına yön verir, duygularına şartlar koşar ve bu durum sonucunda gerçekleşecek tüm suçların yargılanmadan beraat ettiği mahkemenin hem hakimi hem mübaşiri, hem sanığı hem de tanığı olur.

          Hangi kral olduğu farketmez ben hep gözde kalacağım….. Bu kral boşarsa başka kral bulurum, bu ülke olmazsa baska bir ülke olur n’olmuş? Günümüzden 300 yıl önce söylenmiş olması olası bu ifade; henüz yirmilerine varmamış sahibi genç kızı yadırganası bir fert yapar mı? Yoksa o günün koşulları için gayet doğal bir var olma mücadelesi denip önemsenmeyerek geçilecek bir ama bugün biri ya da bir meta böyle bir cümle kurmayı geçtim; yakın bir düşünceyi aklından geçirse veya böyle bir anlam taşısa manen darağaçlarını kurar her türden dışlama tedbirini alır mıyız?

          Bu sorunun cevabı tasarımdaki en kaygan öğe olan anlam’ a gelip dayanıyor bence. Tasarımdaki anlamı oluşturan unsur tek başına tarif edilebilecek bir unsur olmasa gerek. Kanımca anlam genellikle bir çok etkenin birlikte kristalleşmesi sonucu oluşur ve oluşmuş olan anlam çok zor çözünebilir ama muhakkak çözünebilir. Birleşim öğelerinin değer kaymaları anlamın da değerinin değişmesine sebep olabilir. Bu da krallığımızdaki gözdelerin zaman zaman yer değiştirmesine sebep olur ki bu da krallığa sahip olmanın tadı tuzu değil midir? Belirli koşullarda bir cariyenin diğerinin sınır dışı edilmesine bile sebep olur ama o cariye de bilir ki sürekli gözde olması pek mümkün değil. Başta zaman faktörü olmak üzere yeni kelimesinin (yazarken bile cana can katıyor) taşıdığı taşıyabileceği tüm anlamlar gözdeyi gözden düşürüp başka bir cariyeyi gözde yapmaya yetmez mi?

          Krallığımızın sınırları esnektir demiştim ya hani yazımın başında; bu sınırların her hareketinde anlamlıların anlamı değişmek zorundadır. (aslında bu durum karşılıklı etkileşim nedeniyledir ya neyse o başka bir yazı konusu…) Belirli durumlarda ülkenin bir bölümünde bastırılan bir isyan, alınan politik bir karar veya kraliyet ailesi içindeki ailevi bir tartışma kralın kuvvetini göstermesini, bu da daha ileride olması muhtemel başka bir olaya karşı koymak için daha da güçlenmesini gerektirir. Kral eğer kendi kaderini yazma işine koyulmuşsa ve krallığının gücünün farkındaysa krallığında kendisinden başka hiçbir gücün egemenliğine izin vermeyecek ve gözdelerini değiştirme yoluna gidecektir. 

          Günümüzün kapitalist ekonomisini mi anımsattı size de?