Kafam gerçekten güzel… Eve gidişim de tıpkı kırk
yıldır şu şehire ve yaşantısına bakışım gibi ezbere ve risksiz… o da güzel…. Kusursuzluğun
gerçek anlamının hiç kusuru olmama hali olmadığını kabul ettiğim günden
beri (ki o gün ne zamandı kaç yaşındaydım hatırlamıyorum) evime, değişmenin
aslında pek de değişmek olmadığını hatta hiç değişmemek olduğunu kabul ederek gidiyorum.
Çok da zorlamamak lazım aslında ama değişen şeyler görüyorum gerek gözlüksüzlük
gerekse hafif çakırlıktan zorlukla seçtiğim detaylarda, muhtemelen eve
gittiğimde klavyede yanlış tuşlara basarak yazacağım ve sonradan redakte
edeceğim şu düşüncelerimi telefonuma sesli kaydederken bile tamamlanmamışlıklar
ve bu tamamlanmamışlıklara yaslanıp kah bu tamamlanmamışlıkla kamufle olan kah
tamamlanmamışlığı kamufle eden değişimleri gözlemliyorum.
Ekonomik gerekçelerle metalardaki değişimi
anlayabiliyorum, zira gerek günümüz yaşam modelleri çeşitliliği, gerekse çok
katmanlı kimlik mecburiyetlerinden kaynaklı beklenti taşkınlığı, günümüz
tasarım-üretim ilişkisi sonuçlarını; ekonomik, teknolojik ve estetik
gerekçelerle karşılıklı olarak yetersiz kılıyor. Üretilenin; makyaj yeniliği
sunmasına karşın üretildiği anda eskinin reprodüksiyonu olması nedeniyle eskimiş yeni olduğu hallerin kent,
konut, hayat ölçeğinde belgelendiği bir yaşam çevresinde yaşıyoruz. (Ne kent
diyebiliyorum ne köy…. milyonlarca tavırsız ve tanımsızın yaşadığı bir tanımsızlık
ortamı) Değiştiği için anlatılamaz olan mı yoksa değiştiği için anlatılmalı
olan mı bilmiyorum geçmişimizin izleri değişimin zımparasından sonra yeninin
son katı vurulunca iyice silikleşip yok olmaya yüz tutunca değişim iyice
kolaylaşıyor galiba. Kimliği oluşturan kalıntılar gidince modifikasyon kolaylaşıyor
kuşkusuz. Değiştirilebilir parçaların çokluğu yüzey zenginliği ve farklılık
yaratıyor zannettirirken acaba bir taraftan da sanki iskambil kağıdı gibi
aslında aynı değeri taşıyan rakkamların ya da resimlerin hepi topu 4 tanesi mi
var destede?
Geçici gerçeklerimizin
tamamlanmamışlıkları yüzünden midir, tamamlanıp da artık açlığa aç kalmışlıktan
mıdır bilemem bir değiştirdir gidiyor. Mehmet Ali Erbil’in tam da toplumun
güncel zekasına uygun programlarla; hiç olmayı farklı olmaya yeğleyen, kendi
varlığını daha değerli olduğuna inandığı başka varlıklara adayan salaklar
olduğumuzu yaptığı programlarla kendi kendimize ilan ettirdiği 90’ların başları
gibi. Herifin biri kargadan beter sesiyle (vaaallllahi karga sabahları öyle
ahenkli ötüyor ki biraz dinleyince çirkin ama zeka ürünü olduğu kesinlikle
anlaşılıyor, youtube’dan bakın bunlarınkinde zeka da yok) bir şarkı söylüyor
eğlence sunucusu da değiştir diyor herif başka şarkı söylüyor??? Bu nedir abi?
Bunu niye seyrettik biz? Bunu seyreden insanların herhangi bir şeyi akıl mantık
süzgecinden geçirmesi mümkün mü? Herhangi bir şekilde bilimsel düşüncesi
olabilir mi? Gerçi şu da var; bugünden oturup 20 yıl öncesini hicvetmek kolay
da sanki bugün başka türlüsü mü oluyor? HAYIR. Yarın başkası mı olacak? HAYIR. Çoğu
insanın demin de söylediğim gibi geçici gerçekliklerinin tamamlanışı (görece
tamamlanışı) çok acıklı gelmiştir bana… her tamamlanışlarında başka bir özlem
vardır zavallıların….(biz zavallıların).. kimisi bir mücevhere, kimisi bir
arabaya özlem duyar da arabası olunca ne kadar da yetersiz gelmeye başlar bir
zamanlar güneşi doğmak üzere olan gecenin çiği nasıl sahildeki heryeri
ıslatıyorsa, o özlemin ıslattığı hayatındaki her detayı… Sonrasızlığını değil
de kıyaslamalı sonrasını hayal eden şapşallar olarak değiştir dendikçe
değiştiren yarışmacılardan ne farkımız var? Sonunda kutumuzu açmayı teklif
eden,(J) elinde mikrofonuyla bir eğlence sunucusu bulunuyor
muhakkak. Sunucu yoksa da kendisine doğru konuşacak bir mikrofonu(J) biz buluyoruz, o da
muhakkak.
Özlemlerini gidermek için koşup yakalayıp üzerine
oturan oturganlar olarak ne zaman bir nesnenin görece değeri;
kullanışlılığından çok gözlem değeri üzerinden belirlenmeye başlarsa o zaman o
değerin yerçekiminin etkisinden de kuvvetli bir etkiyle (belki zihin itmesi)
aşağılara doğru düşmesine seyirci kalıyoruz. Hatta bu hoşumuza gidiyor. Değişiyor,
değişiyoruz ya…. Sadece nesneler için değil bir gülümsemesiyle kucaklayan, hiç
varolmamışken bir anda varlığıyla pek çok tamamlanmamşlığı kamufle eden
sevgilinin -mevcut kusurlarıyla mukim- kusursuzluğu da değişimden nasibini alır
mı ne dersiniz? Değişmesi istenmese bile koşulsuz olan, geçici gerçeklik
zemininde ölesiye sevilen ama artık geçmiş bir gerçekliğin sadece sembolü
olabilen sevilmiş (sevilmişi; sevgili yerine kullandım zira sevgili şimdiki
zaman kipinde geçerli olup ‘eski sevgili’ gene bugünü merkeze koyduğu için yeterince
yansıtmıyor düşüncemi) ve seven bir dere yatağında coşkuyla sürüklenen su zerrecikleri
gibi oynaşırken nasıl da güçlü, önüne çıkabilecek herşeyi sürükleyebilecek
debiye sahip akıntıyla giderken, imgeyi okuyamamış olmanın, tüm
tamamlanmamışlıklarına hadi hepsini geçtim birazına bile yüreğinde yer
bırakamayanın kaderi değişimden başka bir şey olmayacaktı zaten ne sandınız? Az
sonra tekrar buluşacaklarını bilerek, bir deltanın ağzında ayrılmış su
zerrecikleri gibi, isteyerek ya da istemeden değişerek tekrar buluştuklarında
beraberce değişmiş olsalardı belki katlanılabilir olabilecek olan ama beraberce
değişmedikleri için artık katlanılamaz hale gelen iki yapıyı birbirinden ayıran
da bu değişimdir, ya da değişmişin kutsanmış adı olan yenidir.
Yeninin sunduğu kullanım değerinden çok üzerine
vuran ışığın kuvvetiyle oluşan ışıltısı, yani bizim gözümüzden görünen sahip
olunma değeri sönükleşene kadar ya da bu ışıltı sönükleşmese de gözümüz alışıp
göz bebeklerimiz yeterince küçülüp daha keskin görmeye başlayınca daha parlak
bir yeninin gözleri ışıldatması ve kısa sureli körlüğü beklenir… Açlığa aç olan,
tamamlanmış yaşam da bir yenisinin körlüğü ile kör topal devam eder işte böyle
bir tanımsız mecrada….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder